Fransız Burjuva Devriminden bu yana geçen 200 yılı aşkın zaman diliminde Burjuva Demokrasisi, farklı siyasi gruplar içinde çeşitli tartışmalara yol açtığı gibi, zaman zaman da keskin ayrışmaların nedenini teşkil etti. Esas olarak, birinci kuşak haklar ya da bireysel-siyasi hak ve özgürlükler biçiminde kendini ifade eden burjuva demokrasisi bu tarihsel süreç içinde genellikle kalıcı barış, insani gelişme, toplumsal kalkınma, farklı kültürlerden toplulukların bir arada ve öz kültürel değerlerini yitirmeden, sorunsuz yaşayabildikleri bir toplumsal yaşama uzanan yolun köşe taşı gibi değerlendirildi ve bu eğilim bugünde güçlenerek devam etmektedir. Burjuva Demokrasisi ile ilgili bu ayrışma ve tartışmalar yalnızca sol ve sağ ideolojiler arasında yaşanmamakta, her iki ideolojinin kendi farklı grup ve fraksiyonları içinde bile zaman zaman radikal kopuşlara kadar uzanan karşıtlıklara yol açmaktadır.
Ancak yapılan tartışmalarda demokrasiye sözlüklerde yer alan soyut bir kelime ya da bir kavram olarak yaklaşmak yerine, onun insanlığın karşılaştığı kapitalizm gerçeğinin bir ürünü olduğunun, bir başka anlatımla da demokrasinin, burjuvazinin özgürlüğe bakışını yansıttığının unutulmaması gerekmektedir. Bundan demokrasinin tek bir tanımı ya da yorumu olduğu ve yalnızca burjuvazinin istediği ya da yorumladığı bir yönetim biçimi sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, özellikle son yüzyılda, demokrasi birçok durumda burjuvazi dışındaki sınıfsal katmanlarında isteği olmuş ve bunların teorisyenleri ya da oluşumları tarafından çeşitli biçimlerde yorumlanıp kavranmıştır. Bu kavrayış demokrasi kavramının burjuva olmadığını değil, tersine özgürlük mücadelesi üzerindeki burjuva ideolojisi ve terminolojisinin etkinliğini göstermektedir. Burada burjuvazi demokrasi kavramını özgürlük ve özgürlükçülük yerine yerleştirerek, diğer sınıfların özgürlükçü talep ve saldırılarının son sınırını da çizmeyi başarmıştır.
Demokrasi üzerine yapılan çeşitli yorumların varlığı bu kavramı siyasal terimlerin en bulanık, en yoruma açık, en belirsiz kavramlarından biri haline getirmiştir. Demokrasi kavramındaki bu belirsizlik ve bulanıklık çeşitli siyasal görüşler tarafından sözcüğe eklenen takı ve sıfatlarla daha kesin ve sınırları belli bir kavram haline dönüştürülmüştür. Örneğin, Liberal Demokrasi, Halk Demokrasisi, Temsili Demokrasi, Batı Demokrasisi, Doğrudan Demokrasi gibi. Bu tanımlamalarla diğer siyasal görüşlerden farklılık ortaya konmuştur.
Kapitalizmin resmi ideolojisi ve siyasal propagandası demokrasi kavramının sunduğu cazip görüntü ile bireylerin eylem ve karar verme özgürlüğünün, temel haklarının güvencede olduğunun yanılsamasını yaratması ise liberalizmin demokrasi yorumuna dayanmaktadır. Bu yanılsamayı yaratan Avrupa, Amerika ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerdeki orta sınıfların yakın zamana kadar ki yaşantılarının özellikleri ile çeşitli sebep ve gelişmelerden etkilenerek oluşmuş tolerans ve kültürel tahammüllerinin birleşmesi demokrasinin düşsel bir imgesini oluşturmuştur. Bu imge az gelişmiş, gelişmekte olan ya da totaliter yönetimlerin hüküm sürdüğü ülke aydınlarının çoğunu etkilemektedir. Ancak bu fotoğrafın görünen yüzüdür. Bu gerçek olsaydı bile Marksitlerce işçi sınıf perspektifinden eleştirilmesi, sorgulanması ve ideolojik olarak da Liberalizm ile özgürlüğün liberal yorumuna karşı çıkılması olmalıdır. Çünkü, liberal demokrasi, insan özgürlüğü düşüncesinin başkalaştırılması, kapitalizme karşı siyasal alanda insanların parçacıklara bölünmelerinin ve kapitalist sınıfın diktatörlüğünün meşrulaştırılmasının bir anlamda tüm formüllerini içermektedir.
Temsili Demokrasi kimi temsil ediyor?
Burjuva demokrasisinin en temel kavramlarının başında ve en öne çıkan uygulama biçimi olan temsili demokrasi, toplumların kendi yöneticilerini, farklı siyasi parti adayları arasından “özgürce” ve bireysel tercihleri ile belirledikleri bir sistemdir. Bu sistemin en önemli vurgusu ve hatta temel kriteri “Çok Partili Sistem”dir. Fransız ve İngiliz burjuva devrimlerinin oluşum süreçleri çok partili sistemin uygulanış biçimini de etkilemiştir. Örneğin; Fransız Burjuva demokrasisinde (görece olarak da olsa) tüm toplum katmanlarının temsili önemli bir kriter haline gelmiş ve bu uygulanan seçim sistemlerine yansımış, sonucunda da parlamentoların genellikle ikiden fazla siyasal parti temsilcilerinden oluşması sağlanmıştır. Ancak İngiliz burjuva demokrasisi genellikle iki siyasi partinin parlamentoda var olmasını temel almış ve üçüncü bir siyasal partinin parlamentoya girişi uygulanan seçim sistemleri ile engellenmiştir. İngiliz sisteminde, bir siyasal partinin parlamentoda yer alması için var olan iki siyasi partiden birini devre dışı bırakması ile mümkün olabilmektedir. Örneğin İngiliz İşçi Partisi, Liberal Partiyi devre dışı bırakarak parlamentoda yer alabilmiştir. Her iki uygulamada farklılıklar olsa da, halklar için siyasal seçenek sayısı çeşitli biçim ve dönemlerde arttırılmakta ve olay “daha” demokratik bir görünüm kazanmaktadır. Ancak, çok partili sistem gerçekten demokrasi adına mı savunulmakta ya da böyle bir sistemin demokratik olabilme şansı var mı gibi sorular genellikle sorulmamaktadır. Oysa, aynı temsili demokrasi, sınıfsal farklılığın olduğu kapitalist bir toplum düzeninde sınıflar arası çatışmanın üzerine örtülen ipek bir örtü işlevi görebilmekte ve sömürü düzenini meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılmaktadır. Geçen uzun zaman dilimi içinde toplumlar, tek partili yönetimlerin daima totaliter, anti-demokratik, baskıcı olduğuna inandırılmış ve örneğin, sınıfların, sömürünün olmadığı, eşitlik ve özgürlüğün gerçek anlamlarında, toplumun tüm bireyleri tarafından aynı ölçüde yaşandığı bir toplum düzeninde “çok partili” bir düzene gerek duyulup, duyulmayacağı ya da hangisinin demokrasi olarak adlandırılması gerektiği sorularının sorulmasına izin verilmemiştir.
Bu süreçte, seçimlere büyük bir değer atfedilmiş ve toplum içindeki farklı çıkar gruplarınca oluşturulan tüm yapılar, sendikalar, işveren örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve dernekler, meslek odaları ve meslek birlikleri uyguladıkları seçimler üzerinden kendi hiyerarşik düzenlerini tesis etmişlerdir. Bu yapılardan bazıları bugün sınıfsal çelişkileri en üst düzeyde yaşamakta ve sorunlara yaklaşırken temsil ettikleri ve çıkarları birbirininkiyle çatışan farklı sınıflar arasında tercih yaparken ikileme düşmektedirler. Örneğin tabip ve mühendis, muhasebeci odalarına hem üretim araçlarına sahip olan doktor, mühendis, muhasebeciler, hem de emek güçlerini üretim araçlarına sahip olan meslektaşlarına ya da sermayeye kiralamak durumunda olan meslek sahipleri üyedir. Oda yönetimleri, meslekte esnek çalışma gibi bir tartışma ile karşı karşıya kaldıklarında bu tartışmayı hararetle yaşama geçirmeye çalışacak işveren üyelerinin çıkarlarına mı yoksa böyle bir uygulama sonucunda pek çok hak ve kazanımını yitirecek emekçi konumundaki üyelerinin çıkarlarına mı hizmet edecektir? Pek tabiidir ki iki taraftan birinin çıkarları feda edilecektir. Fakat unutulmamalıdır ki işveren üye ile, işçi üyenin çıkarlarının feda edilmesi aynı şey değildir, zira sınıflar ve sınıfsal farklılıklar toplumsal yaşamın vaz geçilmez bir sonucu değildir. Bu denli temel bir çıkar çatışması ve çelişki ortada olduğu halde, meslek odaları, demokrasinin kurumları olarak var edilmiştir. Aynı çelişki, diğer birçok “demokratik” yapı için de geçerlidir. Parlamentodaki siyasi partiler, adının başındaki tanımlayıcı siyaset ne olursa olsun sınıfsal çıkarları farklı olan bireylerin üye oldukları yapılardır. Partilerin parlamentolardaki seçilmiş temsilcileri, ısrarla parti ilkeleri doğrultusunda çalıştıklarını söyleseler de kendi sınıfsal çıkarlarını parti ilkelerine ulaşmanın tek yolu gibi göstermeleri hiç te zor olmamaktadır. “A” partisine oy veren büyük çiftlik sahipleri tarım politikalarının kendi çıkarlarına uygun olacağına inanarak oy kullanırken, istihdam ettiği ırgat ta aynı partiye tarım işçilerine sağlanacak güvence ve kazanımlar karşılığında oy verir. Halbuki, ikincinin yani ırgatın çıkarları doğrultusunda bir politikanın uygulamaya konması halinde yüzlerce ırgat çalıştıran çiftçinin beklentileri karşılanmadığı gibi üstüne üstlük bir de kar oranı daraltılmış olacaktır. Bu çelişik manzara, büyük çiftlik sahibi ile ırgatın, işçi ile işverenin aynı “A” partisine oy kullanmasına engel olmamaktadır. Bu garip durumu kolaylaştıran ise “ülke ve ulusun menfaatleri, ülkenin itibarı, saygınlığı, genel ekonomik durumun iyileştirilmesi, ulusal gelirin arttırılması, ülke refahının yükseltilmesi” gibi hem kapitalist toplum düzeni itibarıyla birbiriyle çelişen hem de sınıfsal farklılıkları yok sayan, muğlak bir terminolojinin bütün dünyada çok yaygın olarak kullanılıyor olmasıdır. Bu bağlamda Türkiye örnek olarak kabul edildiğinde, ödemeler bilançosunun dengeye ulaştırılması, bütçe açıklarının azaltılması, milli geliri yükseltici politikaların izlenmesinin ülke ve ulusun menfaatlerine uygun olduğu ileri sürülmektedir. Ödemeler bilançosunun dengeye ulaştırılması için ihracatı destekleyici; ithalatı caydırıcı politikalar savunulmakta fakat bu politikalardan ikincisi uluslararası sermayeden gelen baskılar üzerinden engellenmektedir. Çünkü, ithalatı azaltmanın araçlarından biri gümrük vergileri diğeri ise ürün kotalarıdır. Oysa, liberalizasyon çağında en hızla ortadan kaldırılmaya çalışılan da bu iki enstrümandır. Ayrıca ihracat destekleme hedefi gevşek bir para politikasının izlenmesini, ulusal paranın devalüe edilmesini (yabancı paralar karşısında değersizleştirilmesini) gerektirir, bu da enflasyon arttırıcı yönde baskı anlamına gelmektedir. Üstelik, ihracat devalüasyona endeksli ekonomi politikalarıyla arttırıldığında ihracatçı sektörler miktarsal anlamda görece daha fazla satış yapabildikleri halde, kar marjları daralmakta bu da söz konusu bu sektörlerin ve en kolay baskı altına alınabilecek maliyet unsurlarının başında gelen işçi ve emekçilerin ürettiği artı değerin giderek daha büyük bir bölümüne el koyması ile sonuçlanmaktadır. Kapitalist toplumda çatışan çıkarlar yalnızca emek-sermaye ile de sınırlı değildir fakat işçi sınıfı her şekilde zarar gören tek sınıftır. Örneğin ihracatçı sektörleri destekleme kararı alındığında, izlenen devalüasyon politikaları yüzünden ithal girdilere dayalı üretim yapan şirketlere zarar verilmiş, daha da önemlisi bu işletmelerde çalışan işçiler daha güvencesiz ve riskli bir ortamda çalışmaya başlamış olacaklardır. Aynı şekilde, bütçe açıklarının azaltılması konusunda da toplumun genel menfaatinden söz etmek mümkün değildir. Devlet bütçesi gelir ve harcamalardan oluştuğuna göre, açıklarının azaltılması için gelirlerin arttırılıp; harcamaların azaltılması gerekecektir. En önemli gelir kalemi vergilerdir ve bu kalem, doğrudan ve yalnızca sermaye vergileri arttırılmak suretiyle bile pozitife döndürülse, yatırımların daralması, sermaye kaçışı, işsizliğin artması, işçi ücretlerinin gerilemesi gibi sonuçların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Diğer yandan, harcamaların azaltılması söz konusu olduğunda da özelleştirmelere hız verilmekte, kamuda personel sayısı azaltılmakta, sosyal harcamalar kısılmakta ve toplumda yeni bir kaynak transferi süreci başlamaktadır.
Bütün bunlar yapılırken tüm toplumsal katmanlar medya üzerinden sermayenin çıkarları doğrultusunda ideolojik bir bilgi bombardımanına tutularak gelecekleri konusunda yaratılan yanılsamalara inandırılmaktadır. Yaratılan bu yanılsamada kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğu bir sis perdesi ile gizlenmekte, emekçilerin çıkarlarının sermaye çıkarlarıyla neredeyse ortak olduğu ya da aynı gemide bulunulduğuna inanılması istenmektedir. Oysa bir an için aynı gemide bulunulduğu yanılsamasını kabul etsek bile emekçilerin geminin üst güvertesinde, kaptan köşkünde değil de ambarlarında olacakları, geminin hangi yöne gideceğine karar verenlerin emekçiler değil sermaye olacağı ve emekçilerin gemiyi yürütmek için makineleri çalıştıran ve motorlara yakıt beslemesi yapanlar olacakları ve gemi batarken filikalara alınmayıp yaşamlarını kaybedecekleri kesindir. Sermayenin medya üzerinden yarattığı yanılsamanın en somut örneği ise Temsili Demokrasi ve onun seçimlerinde yaşanmaktadır. Özünde aynı olan çeşitli siyasal seçeneklerin –en azından parlamentoda temsil edilme olarak- farklıkları varmış gibi gösterilmesi ve yapılan yönlendirme çalışmaları toplumu oluşturan bireylerin “özgür iradeleri” ile parlamentolarını oluşturdukları konusunda ikna edilmeleri temsili demokrasinin sermayeye sunduğu en büyük nimettir.
Sermaye kapitalist sistemin genel çıkarları için bir taraftan ideolojik bombardıman ve yanılsama yaratan çalışmalarını sürdürürken, diğer taraftan da kendi arasındaki çatışmalarda STK-Sivil Toplum Kuruluşlarına destek vererek ve kaynak aktararak toplumun bir kesimini de yanına çekmektedir. Sermaye STK’lara verdiği destekle emekçilerin sınıfsal çıkarlarını korumak için kendi öz örgütlerini (Parti, Sendika gibi) oluşturmalarını ya da mevcut yapılarının güçlenmesini engellemeye çalışmaktadır. Sermaye, emekçilerin olası tepkilerini hiçbir sınıfsal içeriği olmayan STK’lar üzerinden azaltmak ya da kontrol altında tutmak istemektedir. Bunun için “21. yy sermayenin ve sivil toplumun yüzyılı olacak” propagandasını çeşitli biçim ve yollarla yapmaktadır.
Günümüz dünyasında Burjuva Demokrasisinin uygulandığı varsayılan ve özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde iktidara gelen muhafazakar, liberal, sosyalist, sosyal demokrat partiler tek başına iktidar ya da koalisyon ortağı olduklarında uyguladıkları ya da uygulanmasına onay verdikleri yeni liberal ekonomik programlarda ortaklaşmaktadırlar. Hatta bazen Sosyalist ya da sosyal demokrat olduklarını iddia eden partiler muhafazakar ve liberallere göre yeni liberal uygulamalar konusunda daha atak davranabilmektedirler. Bunun en çarpıcı örnekleri son yıllarda Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya ve benzer özellikteki ülkelerde yaşanmaktadır. Bu ülkelerin bazıları esnek çalışma koşullarını oluşturmaya, bazıları sosyal güvenlik sistemlerini zayıflatılarak bireysel emekliliği öne çıkarmaya, bazıları kamusal alanları özelleştirerek tasfiye etmeye, bazıları da işsizlik ödentilerini daha az süre ödemeye yönelik yasaları çıkarmakta ya da çeşitli adımlar atmaktadır. Bu ülkelerin uyguladıkları yeni liberal ekonomik politikalar hemen hemen aynılaşmış ve bu süreç temelde emekçilerin kazanılmış haklarının azaltılması ya da yok edilmesi şeklinde yaşanmaya başlamıştır.Yeni liberal politikaların uygulanmasında ise Avrupa Birliği gibi bölgesel oluşumlar ile WTO-Dünya Ticaret Örgütü küresel oluşumların kararları kullanılmaktadır. Bu nedenle, adı sosyalist, milliyetçi ve hatta komünist olan Avrupa partilerinin iktidara geldiklerinde ya da ortağı olduklarında uygulamaya koydukları politikalar ile sağ, liberal partilerin politikalarının aynı olması şaşırtıcı değil, doğal ve beklenen sonuçlardır.
2002 Nisan ayının sonlarında Fransa’da yapılan Cumhurbaşkanı seçimlerinin ilk turu, aşırı sağ’ın zaferiyle tamamlanırken; sonuçlara yönelik farklı tepkiler, ortaya, sonucun kendisinden daha şaşırtıcı bir manzara çıkardı. Avrupa’daki milliyetçi sağ partilerin Le Pen’in elde ettiği başarıyla daha da güçlendiklerini görerek sevinmesi elbette bu sonucun en doğal tepkilerinin başında geliyor. Peki ya, bu sonucun ortaya çıkmasında uyguladığı liberal sermaye yanlısı politikalarla en büyük pay sahibi olan AB kurumlarına ne demeli... Bu kurumlar, seçim sonrasında birdenbire “sosyalist” kesildiler başımıza. Fransız sol basınının manşetlerine biraz göz atıldığında kimin ne olduğuna karar vermek gerçekten çok zor. Tıpkı, 11 Eylül sonrasında olduğu gibi oklar yine küreselleşme karşıtlarına çevrildi, hem de kendilerine “sosyalist” diyenler tarafından. Le Pen’e oy verenler “küreselleşme karşıtları”ymışlar... Le Pen’ciler zaten -tıpkı küreselleşme karşıtları gibi- Avrupa Birliği’ne de cepheden karşı çıkıyorlarmış... Le Pen, başkan adayları arasında doğruları en net şekilde anlatan, ülkedeki sorunların (işsizlik ve sosyal güvenlik fonlarının erimesi) kaynağının göçmen işçiler olduğunu taa başından tespit etmiş tek lider olduğu için oy oranını bu denli yükseltmiş...-Türkiye’den sonra- kuruluşundan beri Birliğin içinde olan Fransa’daki kamuoyu da, AB’yi iyi tanımadığı için karşı çıkma gafletinde bulunuyormuş...
Olaya ilişkin çeşitli ülkelerden gelen tepkiler de Fransa içindeki tepkilerden çok farklı değil. Sesini ilk kez “Padenia’ya özgürlük”, “İtalya’nın kuzeyi bizimdir, zengin kuzey yoksul güney’i besleyemez” sloganlarıyla duyduğumuz İtalyan Kuzey Birliği Partisi, Le Pen’i zaferinden ötürü ilk kutlayan parti oldu. Aşırı milliyetçi Rus lideri Vladimir Jirinovski ise sevincini “Le Pen’in başarısına benden çok sevinen olamaz. Fransa yurtseverleri, zafere çok yakın” sözleriyle dile getirdi. İki yıl önce Avusturya genel seçimlerinde Avrupa’da ilk şoku yaratan faşist lider Jörg Haider de Fransa’da aşırı sağ’ın elde ettiği başarıdan büyük bir mutluluk duyduğunu inkar etmeyen siyasiler arasındaydı. Bu saydığımız Fransa dışı tepkiler “normal” kategorisinde ele aldıklarımız.
Normal dışı gördüklerimiz ise, kendi içinde çelişkilerle dolu, sol’la hiç bir ilgisi olmayan kendi “doğru”larını genel bir kabul gibi topluma dayatma çabası içinde olanların bilinçli yönlendirmeleridir. Bu yönlendirmeler diyalektik bir analize tabi tutulduğunda, aslında bugün dünya sol’unun neden dağınık ve parçalı halde olduğu ve bu parçaların -hiç değilse nitelik anlamında benzer olanlarının- nasıl olup ta bir araya gelemediği ve dolayısıyla “ne yapmak gerek” gibi hayati soruların yanıtlarıyla ilgili sayısız ip ucuna ulaşmak mümkün görünüyor.2
Bu örneklerden de hareketle, siyasette öz ve biçim tartışmasının başlatılması, düzen partilerinin maskelerinin düşürülmesi gerekmektedir. Ancak böyle bir tartışma sonucunda temsili demokrasinin hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiği, bunun da ötesinde burjuva demokrasisi ile nihai ve tüm bir toplumun çıkarlarının korunduğu bir sisteme ulaşmanın olası olup olmadığı görülebilecektir. Bu konuda K.Marks ve F.Engels’in “Fransa’da iç savaş” değerlendirmelerindeki“en demokratik burjuva cumhuriyetinin bile, burjuvaziye işçi sınıfını bastırmasını sağlayan, bir avuç kapitaliste emekçi yığınları ezmeyi sağlayan bir aygıttan başka bir şey değildir.”3 tespitleri öneminden bir şey kaybetmemiştir.
Son Sürece ilişkin...
Kapitalizmin bugünkü aşamasında ise burjuva demokrasisinin temel niteliklerinde ciddi değişimler gözlenmektedir. Bu değişimlerin başında ulusal devletler üstü (çoğunluğu ekonomik) küresel ya da bölgesel yapıların oluşturulması, bu yapıların tüm ulus devletleri ve uyguladıkları burjuva demokrasilerini de sermayenin ihtiyaçlarına uygun biçime dönüştürmeye zorlamaları gelmektedir. Ülkelerde çeşitli alanlarda oluşturulan Yönetişim Kurulları, ulus devlet üstü yapıların kararları, hukuku (Uluslararası Tahkim) ve oluşturduğu alt kurumların dayatmaları bir bütün halinde burjuva demokrasisinin temel ilkelerini gerileten bir boyuta ulaşmıştır. Burjuva Demokrasisinin en temel özelliklerinden olan toplumların birden çok siyasi parti arasından, bireylerin kendi özgür iradeleriyle kullandıkları oylarla yaptıkları seçim ile oluşturdukları parlamentolar yoluyla yönetilmesidir. Bu temel özellik günümüzde sermayenin küresel ya da bölgesel oluşumlarının kararları doğrultusunda yeniden şekillendirilmekte ve etkisizleştirilmektedir.
Avrupa Birliği ve Burjuva Demokrasisi
Bugünün dünyasında en demokratik bölgesel oluşum olarak kabul edilen ve bir anlamda kapitalist sistemin vitrini işlevini de görmekte olan Avrupa Birliğinin bazı uygulamalarını ve yönelimlerini incelenmek konu açısından önem kazanmaktadır. Bilindiği gibi Avrupa Birliği yapılanmasında, tüm birlik üyesi ülke yurttaşlarının seçtikleri temsilcilerden oluşan Avrupa Birliği Parlamentosu, birlik üyesi ülkelerin devlet ya da hükümet başkanlarından oluşan Avrupa Birliği Konseyi, yine üye ülkelerin (yetki alanlarına göre) bakanlarından oluşan AB Bakanlar konseyleri ve atama yoluyla oluşturulan yürütme (icra) organı Avrupa Birliği Komisyonu temel karar alma, yasama ve yürütme organlarıdır. Bu yapılar arasındaki ilişkiler ile etki alanlarına yönelik değişikliklerin karar mekanizması yılda iki kez yapılan AB Başkanlar Konseyi Zirveleridir. 2000 yılı Aralık ayında yapılan Fransa/Nice zirvesi AB’nin yeniden yapılanması için önemli kararların alındığı bir zirve olarak tarihteki yerini almıştır. Nice Zirvesi kararları sonucunda Avrupa Komisyonunun yetkileri arttırılırken, AB Parlamentosunun yetki alanı çok daraltılmasa da dondurulmuştur. Bu değişim sonucunda Avrupa Birliği Komisyonu bir çok alanda tek yetkili kurum haline getirilmiş ve tüm birlik üyesi ülkeleri, (özellikle) DTÖ-Dünya Ticaret Örgütündeki müzakerelerde tek başına FAST TRACK yetkisi ile temsil etme hakkını elde etmiştir. A.Komisyonuna verilen bu yetki 2001 yılına kadar birlik üyesi ülkeler tarafından tek tek kullanılıyordu. A.Komisyonu, sermayenin AB yapılanması içerisinde en etkili olduğu yapıdır. A.Komisyonu Avrupa’daki sermaye örgütleri (UNİCE-Avrupa İşveren Sendikaları Konfederasyonu), ESF-Avrupa Hizmetler Şirketleri Forumu, ERT-Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası, CAG-Avrupa Rekabet Danışma Grubu, v.b.gibi) ile çok sıkı ilişkiler halindedir ve ortak çalışmalar yürütmektedirler. Bu ortak çalışmalar genellikle sermaye örgütleri tarafından hazırlanan yasa taslağı, rapor ya da oluşturulan önerilerin A.Komisyonuna dosyalar halinde ve hazır olarak sunulması şeklinde gerçekleşmektedir. Avrupa sermayesinin örgütleri üzerinden A.Komisyonuna ilettiği talepleri çoğu zaman yalnızca dosyaların renkleri değiştirilerek aynı şekilde AB Başkanlar Konseyine, AB Bakanlar Konseylerine ve AB Parlamentosuna ulaşmaktadır. A.Birliğindeki bu “demokratik” işleyişin uygulamadaki yansımasını bir iki kısa örnekle açmak yararlı olacaktır.
DTÖ’nün kurucu anlaşmalarından biri olarak 1994 yılında imzalanan GATS-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması yapısı ve hükümleri gereği sürekli olarak yeniden yapılanmaya açık (Built-in) bir anlaşmadır. GATS Anlaşmasının ilk imzalandığı 1994 yılındaki metninde 2000 yılı Ocak ayından itibaren anlaşma kapsamının genişletilmesi ve derinleştirilmesi için yeniden müzakere edilmesi hükmü anlaşmada yer almıştı. AB adına GATS görüşmelerini yürüten delegasyonun başında bulunan A.Komisyonu Ticaret Komisyoneri Pascal LAMY Aralık 2002’de yaptığı açıklamada, müzakerelerde AB’nin pozisyonunu (Talepler ve Taahhütler olarak) 31 Ocak 2003’te açıklayacağını deklere etti. Ancak Ocak-2003 ortalarında bu açıklamayı 28 Şubat 2003’e ertelediklerini daha sonrada tüm DTÖ üyelerinin Talepler ve taahhütler listelerini DTÖ’ye teslim edecekleri son tarih olan 31 Mart 2003’te açıklayacağını deklere etti ama bu açıklama yapılmadı. “Demokratik” AB’nin bu konudaki tutumu ile Nepal ya da Burma’nın anti-demokratik yönetimleri arasındaki fark nedir?
AB’de demokrasinin bilgilenme (information), görüş aktarma (consultation) ve katılım (participation) olmak üzere 3 temel hak üzerinde yükseldiği ve tüm AB yurttaşlarının bilgiye ulaşma, istişarede bulunma ve süreçlere katılma hakkına sahip olduğu kabul edilir. Ne var ki AB ve ABD’li şirketler arasında kurulmuş olan TABD-Atlantik Ötesi Sermaye Diyaloğu isimli sermaye ittifakının bilgilerine ulaşmak öyle kolay hatta mümkün bile değildir. Bu toplantılarda her iki bloktaki emekçi sınıfların geleceğini birebir etkileyecek kararlar alındığı ve toplantılara ABD Ticaret Sözcüsü ile AB Komisyonu Ticaret Komisyoneri de resmi sıfatlarıyla katıldıkları halde toplantılar topluma ve basına kapalı yürütülür ve hiçbir karar açıklanmaz. TABD’nin 2002 toplantısının ABD-Şikago’da yapılacağını öğrenen CEO-Corporate Europe Observatory isimli Hollandalı Demokratik Kitle Örgütü, Avrupa Komisyonundan, önce toplantının gündemini ve toplantı sonrasında da toplantı notlarının kendilerine bilgilenme (information) haklarından dolayı verilmesini yazılı olarak talep eder. AB Komisyonu, CEO’ya “Bazı bilgilerin toplumla paylaşılamayacağını ve bu yüzden TABD toplantısı hakkında bilgi veremeyecekleri” yazılı olarak bildirir. AB Komisyonunun olumsuz cevabı üzerine CEO komisyonun bilgilenme haklarını çiğnediğini AB Ombudsman’ına yazılı olarak bildirir ve yardım talebinde bulunur. AB Ombudsman’ı AB Komisyonundan CEO’nun istediği bilgileri vermelerini ister. Ancak AB Komisyonu Ombudsman’ın bu talebini reddeder ve dava düşer. Bu olay “Demokratik” AB ile Anti-Demokratik olarak tanımlanan diğer ülkeler arasında bir fark olmadığının ve AB’nin en önemli söylemlerinden biri olan şeffaflığın(tranparency) sermaye çıkarları sözkonusu olduğunda geçersizliğini ortaya koymaktadır. Avrupa Birliğinin temel hakları kabul edilen, bilgilenme (information), şeffaflık (tranparency) görüş aktarma (consultation) ve katılım (participation) hakları ile acaba sermaye sınıfının haklarımı tanımlanmıştır?
Yukarıda aktarılan gelişmelerinde ötesinde A.Komisyonunun Aralık 2002’de yayınladığı “Avrupa’da yeni bir endüstri ilişkileri sistemine doğru” başlıklı raporda, AB’deki o meşhur sosyal diyalogun da sonuna gelindiği ve Avrupa’daki üretim ilişkilerinin önümüzdeki süreçte işçi sınıfının mücadelelerle kazandığı tüm haklar yok sayılarak yalnızca şirket rekabeti ve karlığına endeksleneceği açıkça deklere edilmiştir. Aslında bu deklarasyon 1999 AB Lizbon Zirvesinde alınan “2010 yılından dünyanın en rekabetçi bloğu olma” kararının teyidi anlamına gelmektedir.
ABD ile AB arasında 1999 ve 2000 yıllarında yaşanan ve DTÖ Tahkim mekanizmasında “AB’nin Serbest ticarete engel oluşturan sağlık tüzüklerini değiştirmesi ya da ABD’nin Et ticareti parasal hacminin 10 katı büyüklüğünde ve çok çeşitli ürünler bazında bir ambargo uygulamasına” olanak veren bir kararı alması sonucunda hormonlu etin insan sağlığına zararlı olduğu yönündeki sağlık tüzüklerini değiştirmesi ne kadar demokratik bir davranıştır?
İspanya’nın BASK, Fransa’nın Korsika, İngiltere’nin Kuzey İrlanda gibi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşanmakta olan azınlık sorunlarında uygulanan baskıyı, şiddeti, siyasal parti kapatmalarını ya da İsveç’te yapılan AB Zirvesini protesto edenlere hedef gözeterek ateş eden polisin davranışını, İtalya’da G8’i protesto edenlerden birinin polis tarafından öldürülmesini hangi demokrasi anlayışı ile açıklayabiliriz?
Avrupa Birliğinde 2003 yılında son şeklinin verilerek bitirilmesi hedeflenen Konvensiyonu (AB Anayasası) çoğu atama yoluyla oluşturulmuş 105 kişilik bir grubun hazırlaması, (AB Parlamentosu varken) 2004 Mayıs’ında Birliğe tam üye olacak 10 ülkenin oy haklarının olmaması ve yalnızca gözlemci sıfatı ile katılabilmeleri, Türkiye’nin de gözlemci statüsünde 6 kişi tarafından temsil edildiği görüşmeler sonucunda ortaya çıkacak anayasa ne kadar “demokratik” olabilir? Bugün için 15 üye devlet ve 380 milyon insan, Mayıs 2004’te 25 üye devlet ve 470 milyon insan, Türkiye, Bulgaristan ve Romanya’nın da katılımı gerçekleştiğinde 28 üye devlet ve 600 milyonluk bir nüfus için hazırlanan bu anayasa, Avrupa Birliğini oluşturan halkların mı, yoksa Avrupa sermayesinin mi anayasası olacak?
Avrupa’daki temsili burjuva demokrasinin yansıması olan bu gelişmeler ortak paydanın, öncelikle sermaye çıkarlarının gözetilmesi, gizlenmesi ve korunması olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Avrupa toplumlarının “özgür seçimler” yoluyla oluşturdukları ulusal, yerel ya da birlik parlamentolarının yetki ve güç olarak sermaye yapılarından sonra geldiği ve onlar tarafından yönlendirildikleri son 30 yıldır yaşananlardan ve özellikle emekçilerin hak kayıplarından net olarak anlaşılmaktadır.
Türkiye’de Durum
Temsili Burjuva Demokrasisinin bir biçimde uygulanmaya çalışıldığı ve çok tartışıldığı Türkiye’de yaklaşık 60 yıldır (kesintili olsa da) çok partili bir parlamenter sistem var. Bu sistem göre seçimler yapılmakta, seçimlerde çoğunlukla muhafazakar ya da yarı liberal siyasal partiler tek başlarına, zaman zaman kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayan siyasal partilerde koalisyon ortağı olarak yer almaktadırlar. Ancak özellikle son 10-15 yıldır hemen hemen tüm siyasi partilerin yeni liberalizm temelli ekonomik programları büyük benzerlik göstermiş, aralarındaki farklılık yalnızca uygulama zamanlamasından kaynaklanmış ve bu süreçte parlamentoda yer alan tüm siyasi partiler hükümetlerde yer alarak IMF, DB, WTO ve AB’nin taleplerini karşılama konusunda adeta yarış içerisine girmişlerdir.
Küresel ve Bölgesel oluşumların Türkiye’den ve diğer ülkelerden talep ettiklerinin bir kısmı temsili “demokrasi”yi devre dışı bırakan özelikler taşımaktadır. Bunların başında Yönetişim (Governance) kurulları ve Uluslararası Tahkim gelmektedir.
“Yönetişim” (Governance): Son bir kaç yıldır sıkça duyduğumuz bu kelime, yönetme ve yönetilme fiillerini aynı anda barındıran bir kavram. Bu kelime genellikle başına “küresel”(Global) sözcüğü eklenerek kullanılıyor. Verilmek istenen mesaj, “Hükümet bile olsanız yönetme ergi size ait değildir”. Ya da yönettiğinizi zannederken aslında yönetilirsiniz.4
Türkiye’de 1980’lerin başında oluşturulan SPK-Sermaye Piyasası Kurumu ile başlayan yönetişim kurulları süreci YÖK, RTÜK,’le devam etmiş, son 5-6 yılda çıkarılan her uyum yasasında bir kurulun oluşturulması mutlaka yer almıştır. Rekabet Kurumu, BDDK, Enerji Kurumu, İhale Kurumu, Telekomunikasyon Kurumu, Şeker Kurumu, İlaç Kurumu, Tütün Kurumu, vb. gibi yönetişim kurumları oluşturulmuştur. Temsili “Demokrasi” ile oluşturulmuş Parlamento ve siyasi iradenin dolayısı ile toplumların yönetim ve denetiminden bağımsız “özerk” ama bir biçimde sermayeye bağımlı ya da başka bir anlatımla yalnızca sermayenin yönetimine terk edilen bu “özerk yönetişim” kurumları alacakları kararlarda, yapacakları uygulamalarda acaba kimin yararını gözetecektir.
Türkiye’de oluşturulan Yönetişim Kurumlarının etkileri konusunda Haziran 2002’nin başında yapılan 3 Kasım Genel Seçim tartışmaları sırasında 57.Hükümetin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in seçimlerin erkene alınmasını destekleyen ve hükümetin önceki seçimlerde olduğu gibi IMF Programından vazgeçerek seçim ekonomisi uygulamasının mümkün olmadığı açıklaması gerçekten çarpıcıdır. K. Derviş “Oluşturduğumuz Yönetişim kurumları iyi çalışırlarsa, bundan sonra hangi hükümet gelirse gelsin ekonomi için fark etmez” diyerek, Siyasi iradenin büyük oranda ekonomi yönetiminde temel değişiklik yapamayacağını açıkça dile getirmiştir.
Uluslararası Tahkim
Literatürde İngilizce karşılığı “arbitration”, olan kelime Türkçe’ye Tahkim ya da Hakem olarak çevrilebilmektedir. Uluslararası Tahkim Mekanizmasının günümüzdeki işleyiş kurallarının temeli ilk olarak 1919 yılında kurulan ICC-Uluslararası Ticaret Odası adında ve bugün 7-8 bin üyesi olan sermaye örgütü tarafından 1923 yılında oluşturulmuştur. ICC tahkimi şirketler arasındaki uyuşmazlıklara ulusal yargı sistemleri dışında çözüm bulmak için oluşturulmuş ve Türkiye’de, Usul Hukuku Mahkemeleri Kanununa 1926 yılında girmiştir. Dünya Bankasının oluşturduğu ICSID-Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıkları için Çözüm Merkezi adındaki tahkim mekanizması devletler arasındaki uyuşmazlıkların çözümü için kurulmuş ve Türkiye tarafından 1988/Mayıs’ında çıkarılan MÖHUK-Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Kanunu ile uyuşmazlık çözüm merkezi olarak kabul edilmiştir. Türkiye 1999 Ağustos’unda da anayasa değişikliği yaparak şirketten devlete işleyen tahkim mekanizmasını kabul etmiş ve 2000 yılında da Tahkim yasasını çıkarmıştır.
Uluslararası Tahkim sistemi ile temsili demokrasi arasındaki en temel ilişki, bu sistem ile yönetilen ülke yurttaşlarının seçtikleri parlamenterleri üzerinden oluşturdukları hukuk sistemlerinin devre dışı bırakılmasıdır. Öte yandan tıpkı Temsili Demokraside olduğu gibi Uluslararası tahkim mekanizmasındaki uyuşmazlık çözümlerinde de insan hakları, emeğin hakları, kültürün korunması, çevre standartları gibi emekçi sınıfların ve tüm insanlığın ortak çıkar ve değerlerini korumak, zarara uğratılmasına engel olmak gibi kriterler dikkate alınmaz. Yalnızca taraflar (şirket-şirket, devlet-devlet, şirket-devlet) arasındaki sözleşme ve anlaşma maddelerini hangi tarafın ihlal ettiği ve ekonomik olarak diğer tarafın (genellikle sermaye) ne kadar zarara uğratıldığına bakılmaktadır.
Sonuç olarak;
Kısaca, artık burjuva demokrasisinin de sonu gelmiştir. Seçilmişlerin yerini, atamalar yoluyla sermaye sözcüleri almaya başlamış, kararlar ise “global governance”, küresel yönetişim sistemi tarafından alınmaktadır. Bu saydıklarımız yalnızca Türkiye ya da benzer durumdaki devletleri kapsamakla kalmamakta, en gelişmiş ülkeleri de içine almaktadır. İşte bu nedenle Türkiye’de Kemal Derviş’in fonksiyonunu, İngiltere’de adı AB Komisyonundaki skandal ve yolsuzluklarla bir arada anılan eski bir AB-Ticaret Komisyoneri Sir Leon Brittan, İtalya’da ise Dünya Ticaret Örgütü’nün bir önceki başkanı Renato Ruggerio üstlenmiştir. Bu 3 kişi de seçimle değil, atanarak göreve getirilmiştir.5
Burjuva demokrasisinin gelişim sürecinde sermaye dışı sınıfların güçleri ile orantılı olarak genişleme ve daralmalar yaşanmıştır. Ancak bugünün dünyasında sermaye sınıfı için büyük bir genişleme yaşanırken, sermaye dışı sınıf ve katmanlar için her türlü gelişme ya da olay sonrasında eskiye oranla daha hızlı bir daralmanın yaşandığı gözlenmektedir. 11 Eylül 2001 sonrası başta ABD, Avrupa olmak üzere çıkarılan ya da değiştirilen terörle mücadele yasaları, ülkeler arası göç hareketlerinin yoğunlaşmasından dolayı göçmenlik yasaları, hemen hemen bütün ülkelerde emekçilerin sosyal kazanımlarının hızla geriletilmesine yönelik yasal değişiklik ve düzenlemeler bu kapsamdadır.
İnsanlığın bu olumsuz gidişini tersine çevirmenin yolu, bundan en çok etkilenen işçi sınıfının değişim dinamiklerini içinde barındırdığının ve bu gücün kendisinde olduğunun bilincine varması ve bilinçli, kararlı, örgütlü mücadelesinden geçtiğine inanması ile mümkündür.
Dipnotlar:
2 Gaye Yılmaz, “Biz bu filmi daha önce görmemiş miydik” Kızılcık Dergisi-Temmuz, 2002
3 V.I.Lenin, “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor”, Pravda 6 Mart 1919
4 Gaye Yılmaz, “Burjuva Demokrasisinin Sonu” www.inadına.com 16 Ekim 2001
5 Gaye Yılmaz, “Burjuva Demokrasisinin Sonu” www.inadına.com 16 Ekim 2001